Bir kimsenin öğrenilmesini istemediği özel durumuna, gizli kalmasını istediği haline, gözleyerek, dinleyerek, araştırarak vb. vâkıf olmak için kötü niyetle yapılan bilgilenme gayretine TECESSÜS denir ki Allah c.c. bu durumu yazımıza başlık yaptığımız..
Bir kimsenin öğrenilmesini istemediği özel durumuna, gizli kalmasını istediği haline, gözleyerek, dinleyerek, araştırarak vb. vâkıf olmak için kötü niyetle yapılan bilgilenme gayretine TECESSÜS denir ki Allah c.c. bu durumu yazımıza başlık yaptığımız Hucurat suresi 12. Ayetinde Müslümanlara yasaklamıştır.
Müslüman, hata ve ayıp araştıran ve onu ifşâ eden değil, bilakis hata ve kusurları örten, sırları ifşâ etmeyen kimsedir. Allah Teâlâ: “ Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurların ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan hemen tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (Hucurat, 49/12) buyurur.
“Peygamber a.s. Mirac’a çıkarken yanlarından geçtiği bir topluluğun demirden tırnaklarla yüzlerini ve göğüslerini yırtıp kanattıklarını gördü. Cebrail a.s. a sordu. O, da bunların, insanları çekiştiren ve onların gizliliklerini ortaya çıkaran kimseler olduklarını söyledi”. (Ebu Davud, Edeb, 35)
“… Kim bir Müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun hem dünyada hem de ahirette kusurlarını gizler. İnsan din kardeşine yardım ettiği müddetçe Cenab-ı Hakk da ona yardım eder. Kim de bir Müslümanın ayıplarını açığa vurursa Allah da onun ayıplarını açık eder.” (Müslim, Zikir ve Dua, 38) ve; “Her kim Müslüman kardeşini bir günahı yüzünden ayıplarsa, kendisi de o günahı işlemeden ölmez.” (Tirmizi, Kıyamet, 53) hadisleri konumuza ışık tutmaktadır.
İşlenen kusur toplumu ilgilendiriyor ve insanlara zarar verme ihtimâli bulunuyorsa, toplumu bunun zararından korumak için açıklanıp ilan edilmesinde bir beis yoktur. Hatta bu, toplumu korumak için bir gerekliliktir. Fakat topluma zararı bulunmayan şahsî kusurların, sadece muhatabın kendisine ve münasip bir lisanla anlatılması daha doğrudur. Din kardeşliği de bunu gerektirir. Ayıbı araştırılan kişiye Allah tevbe nasip eder, günahı affedilir de, ayıp araştıranın tecessüs günahının yükü sırtında kalır.
Fazilet ve erdem toplumu, ayıpları görerek değil, faziletleri görerek oluşur. Güzelliği çoğaltmak, güzel bakmayı bilenlerin hüneridir. Çirkinlik arayan çirkinlik bulacak ve onun kokusunu yayacaktır.
Uhud savaşının, İslam tarihinde yaşananlar ve sonuçları açısından diğer savaşlardan çok farklı anlamları vardır. Peygamberimiz stratejik bir tepeye okçularını yerleştirmiş ve onlara sıkı sıkı şu tenbihatta bulunmuştur. “Ne şart ve durum olursa olsun asla burayı terk etmeyeceksiniz. Bizlerin cesetlerinin yaban kuşları (akbabalar) tarafından parçalandığını görseniz bile yerinizi bırakmayacaksınız.” (Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. 4, s. 293)
Savaş zahiren kazanılmış, asker kaçan müşrik ordusundan kalan ganimetleri toplamaya başlamıştır. Bunu gören tepedeki 50 kadar okçudan 40 kişi Peygamberin emrini unutup tepeyi terk ederek sahaya inerler. Halid bin Velid komutasındaki Mekke’li müşrikler durumu görünce hemen tepenin arkasından dolanıp orada kalan on kadar okçuyu şehit ederek ganimet toplayan İslam ordusuna saldırırlar. Savaşın seyri tersine döner. Çok sıkıntılı anlar yaşanır. Peygamberimizin mübarek dişi kırılır. Şehitler verilir. Peygamberimizin amcası Hz. Hamza r.a. da şehitler arasındadır. Galipken şartlar birden değişir. Hikmeti nedir bilinmez ancak, Mekkelilerin Bedirde kırılan onurlarının kısmen yerine gelmesi diyalogların artmasına ve gurup gurup İslam’a girişlerine vesile olmuştur. Okçuların emre itaati unutup ganimet sevdasına düşmeleri zahirde olayın sebebi olarak kayıtlara geçmiştir .
Bu olayın pek çok esrarı yanında mevzumuzla ilgili yönü de çok enteresandır. Yıllar sonra Hacı kafilesinin başındaki Hoca Efendi cemaatine sorar; Uhud savaşında Okçular tepesini terk eden sahabeler kimlerdi biliyor musunuz? Kimseden ses yoktur. Tekrar eder soruyu. Ey cemaat Okçular tepesini terk eden sahabeler kimlerdi? Sonunda cemaat mahcup bir şekilde; Bilmiyoruz hocam, derler. İşte o an her birimizin Beynini sarsacak, Kalbimizin titretmesini gerektirecek şu kelâmlar dökülür dilinden Hoca Efendinin; İnanın bunu bende bilmiyorum! Aslında hiç kimse de bilmiyor. Çünkü, bu hiçbir İslâm tarihinde de yazmıyor! O okçular kimlerdi? Öz çocukları dahi bilmiyor, hanımları dahi bilmiyor. Çünkü Ashab-ı Kiram kimseye söylememiş, saklamış! (Radiyallahu Teala Anhum Ecmain.) Hatta ve hatta yıllar sonra Cemel, Sıffın gibi hadiselerde birbirlerine ters düştükleri vakitlerde bile, ağızlarından bu konu hakkında hiç bir şey çıkmamış. Sen zaten Uhud’da da tepeyi terk etmişlerdendin! Diye hiç bir şey dememişler! Orada dahi birbirlerini hataları ile vurmamışlar.
Ya Rabbi! Bu nasıl bir Ahlâk? Bizler Uhud’un aslında bir yenilgi değil zafer olduğunu yeni anladık. Bu ne muazzam edep. Birbiri hakkında konuşmak için en ufak bir fırsatı kaçırmayan, hatta; “Ne yani? Olanı söylüyorum, benim niyetim temiz” diye nefsini aldatıp, en ufak bir fırsatı kaçırmadan, ağzından kardeşinin ölü etinin kanlarını akıtan bizlerin, buradan alacağı çok dersler var.
Hele ki şu mübarek ayda. Bu sözleri nakşedelim zihinlerimize ve gönüllerimize. Çünkü Oruç öyle bir ibadettir ki, bize anlatmak istediği en son şeydir, “bedenin aç kalması” On bir Ayın Sultanının gayesi; Elimize, Dilimize, Kalbimize ve Ruhumuza, tutturabilmektir Orucu ki, O da bizi tutsun, burada günahlara karşı ve kıyamet gününde tutsun elimizden haydi Cennete, Reyyan kapısından buyur demek için…
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)